Osmanlı'nın Hayatta Kalma Mücadelesi: Rusya Ve Müttefik Arayışı

by Admin 64 views
Osmanlı'nın Hayatta Kalma Mücadelesi: Rusya ve Müttefik Arayışı

Hey millet, bugün sizlerle tarihin tozlu sayfalarından öyle bir konuya dalacağız ki, sanırsınız bir Game of Thrones senaryosu! Konumuz Osmanlı İmparatorluğu'nun hayatta kalma mücadelesi, özellikle de Rusya tehdidi karşısında çaresizce müttefik arayışı. Osmanlı, tarih boyunca kendi varlığını korumak için deli gibi çabalamış, kendi gücüyle ayakta kalmaya çalışmış ama bir yerden sonra bakmış ki tek başına bu iş olmuyor. Özellikle son yüzyıllara doğru, koca imparatorluk Rus tasallutundan kurtulmak ve mevcut tehditleri savuşturmak için sürekli bir dış destek arayışı içine girmiş. Bu durum, özellikle Meşrutiyet'in ilanından sonra daha da karmaşık ve kritik bir hale bürünmüş, adeta hayati bir önem kazanmış. Düşünsenize, içeride siyasi çalkantılar, yeni anayasal düzenlemeler derken bir de dışarıdan sürekli bir tehdit, yani Rusya'nın sıcak denizlere inme sevdası! Bu sadece bir tarih dersi değil, aynı zamanda diplomasinin, stratejinin ve hayatta kalma içgüdüsünün inanılmaz bir öyküsü. Bu makalede, Osmanlı'nın bu çetin yolculuğunu, Rusya ile olan bitmek bilmez rekabetini ve nihayetinde neden müttefik bulmak zorunda kaldığını, Meşrutiyet'in bu süreçteki etkilerini ve alınan kararları samimi ve anlaşılır bir dille masaya yatıracağız. Hadi gelin, bu heyecan verici ve bazen de hüzünlü hikayeye yakından bakalım.

Rus Tehdidi Altında Bir İmparatorluk: Osmanlı'nın Tarihi Mücadelesi

Rus tehdidi, arkadaşlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihinde sürekli bir baş ağrısı olmuş, adeta bir kronik rahatsızlık gibi. Bu durum, sadece kısa dönemli bir sorun değil, yüzyıllara yayılan, Osmanlı'nın varlığını derinden sarsan ve stratejik kararlarını şekillendiren temel bir faktördü. Özellikle 17. yüzyıldan itibaren Rusya'nın Karadeniz'e ve oradan da Akdeniz'e inme arzusu, yani sıcak denizler politikası, Osmanlı için kabus gibiydi. Bu hırs, iki imparatorluk arasında bitmek bilmeyen savaşlara yol açtı, ve ne yazık ki bu savaşların çoğu Osmanlı'nın toprak kayıplarıyla sonuçlandı. Kırım'ın ilhakı, Kafkaslardaki ilerlemeler ve Balkanlardaki Slav halkları üzerindeki etkisi, Rusya'nın gücünü her geçen gün artırdığını ve Osmanlı'nın çevresini sıkı bir çemberle sardığını gösteriyordu. Osmanlı, başlangıçta bu tehditlere kendi gücüyle, yani askeri kapasitesiyle karşı koymaya çalıştı. Cesur paşalar, fedakar askerler ve muhteşem stratejilerle birçok kez Rus ordularını geri püskürttüler. Ancak zamanla, Avrupa'daki teknolojik ve askeri gelişmelerin gerisinde kalması, Osmanlı ordusunun eski gücünü kaybetmesine neden oldu. İşte tam da bu noktada, imparatorluk kendi kendine yeterli olmaktan çıkıp, dışarıdan destek arayışına girmek zorunda kaldı. Bu, bir güçsüzlük göstergesi değil, aksine hayatta kalma içgüdüsünün bir yansımasıydı. Çözüm, denge politikası adı altında, Avrupa'nın diğer büyük güçlerini kendi tarafına çekmek, Rusya'nın yalnızlaşmasını sağlamaktı. Bu durum, Osmanlı'yı uluslararası politikanın karmaşık labirentlerine sürükledi ve bazen birinden yardım alırken diğerini düşman edinme gibi ince bir çizgide yürümeye zorladı. Yüzyıllar boyunca süren bu Rus tasallutu, Osmanlı'nın modernleşme çabalarını, reformlarını ve hatta iç siyasetini bile etkiledi. İmparatorluğun kaynakları sürekli savaşlara harcanırken, ekonomik ve sosyal kalkınma sekteye uğruyordu. Kısacası, Rusya, Osmanlı'nın hem en büyük düşmanı hem de dış politika stratejisinin ana belirleyicisi haline gelmişti. Bu sürekli mücadele, Osmanlı'yı hem savunmacı bir pozisyona itti hem de müttefik arayışını kaçınılmaz bir zorunluluk haline getirdi. Gerçekten de, Osmanlı'nın bu dönemdeki yaşam mücadelesi, uluslararası ilişkilerde güç dengelerinin ne kadar kritik olduğunu bizlere net bir şekilde gösteriyor. Bu arayış, sadece toprak bütünlüğünü koruma çabası değil, aynı zamanda imparatorluğun kültürel ve siyasi mirasını gelecek nesillere taşıma gayretinin de bir parçasıydı.

Meşrutiyetin İlanı ve Dış Politikadaki Yeni Rüzgarlar

Arkadaşlar, Meşrutiyet'in ilanı, yani 1908'de İkinci Meşrutiyet'in yeniden yürürlüğe girmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun iç siyasetinde adeta bir deprem etkisi yaratırken, dış politikasında da yepyeni rüzgarlar estirdi. Hani derler ya, içerideki değişimler dışarıyı da etkiler; işte tam olarak böyle bir durum söz konusuydu. Yeni anayasal düzen, parlamento, genç Türklerin ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin sahneye çıkması, eski, mutlakiyetçi yönetim anlayışını kökten değiştirdi. Bu içsel dönüşüm, imparatorluğun dışarıya karşı duruşunu ve müttefik arayışını da doğrudan etkiledi. Meşrutiyet öncesi dönemde, yani Sultan Abdülhamid döneminde, Osmanlı dış politikası daha çok dengecilik üzerine kuruluydu ve İngiltere ile Almanya arasında bir denge kurmaya çalışılıyordu. Ancak Meşrutiyet'le birlikte, özellikle İttihat ve Terakki'nin etkinleşmesiyle, dış politikada daha aktif, dinamik ve bazen de radikal kararlar alınmaya başlandı. Artık sadece varlığını korumak değil, aynı zamanda imparatorluğun prestijini yeniden kazanmak ve kaybettiği toprakları geri alma arzusu da dış politika hedeflerine eklendi. Bu durum, mevcut Rus tehdidi karşısında daha güçlü ve kararlı bir duruş sergileme ihtiyacını da beraberinde getirdi. Meşrutiyet'in getirdiği özgürlükçü ve milliyetçi atmosfer, Osmanlı aydınları ve siyasileri arasında çeşitli ittifak arayışlarına yol açtı. Bazıları İngiltere ve Fransa ile yakınlaşmayı savunurken, bazıları Almanya ile stratejik bir ortaklık kurma peşindeydi. Çünkü görüldü ki, Rusya'nın yayılmacı politikaları sadece Osmanlı için değil, aynı zamanda Avrupa'daki diğer büyük güçlerin çıkarları için de bir tehdit oluşturuyordu. Bu nedenle, Osmanlı'nın müttefik arayışı, sadece bir güvenlik ihtiyacı olmaktan çıkıp, yeni siyasi ideolojilerin ve uluslararası güç dengelerinin bir yansıması haline geldi. Yeni rejim, uluslararası arenada Osmanlı'yı daha saygın ve güçlü bir aktör olarak konumlandırmak istiyordu, ancak içerdeki siyasi istikrarsızlıklar ve Balkan Savaşları gibi dış şoklar, bu hedeflere ulaşmayı zorlaştırıyordu. Meşrutiyet, bir yandan uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olma arzusunu tetiklerken, diğer yandan içerideki zayıflıkları ve ulus-devletlerin yükselişini de gözler önüne serdi. Bu dönemdeki dış politika arayışları, Osmanlı'nın ayakta kalma mücadelesinin ne kadar karmaşık ve çok boyutlu olduğunu açıkça gösteriyor. Bir imparatorluk, içeride modernleşme sancıları çekerken, dışarıda da büyük güçlerin kıskacında hayatta kalmaya çalışıyordu. Meşrutiyet'in getirdiği dinamizm, maalesef imparatorluğun kaderini tamamen değiştirecek büyük kararlara zemin hazırlayacaktı. Bu yeni dönem, Osmanlı'nın son yüzyılındaki en önemli dış politika dönüşümlerinden birine işaret ediyor ve Rusya faktörünün bu süreçteki merkezi rolünü bir kez daha vurguluyordu.

Büyük Güçlerin Gölgesinde: Osmanlı'nın Müttefik Seçenekleri

Arkadaşlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde müttefik arayışı, adeta bir satranç tahtasında hamle yapmak gibiydi, her bir kararın uzun vadeli sonuçları oluyordu. Düşünsenize, bir yanda Rusya'nın bitmek bilmeyen tehdidi, diğer yanda Avrupa'nın güçlü imparatorlukları: İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya-Macaristan. Osmanlı, bu devlerin gölgesinde kendi varlığını sürdürme peşindeydi ve doğal olarak kendisine destek olabilecek bir dost eli arıyordu. Ancak bu, hiç de kolay bir iş değildi, çünkü her büyük gücün kendi çıkar ajandası vardı ve Osmanlı, bu ajandaların neresine oturduğunu dikkatlice hesaplamak zorundaydı. Öncelikle, Osmanlı'nın uzun süredir İngiltere ve Fransa ile belli bir yakınlığı vardı, özellikle Kırım Savaşı'nda Rusya'ya karşı birlikte savaşmışlardı. Bu dönemde İngiltere, Akdeniz'deki çıkarları nedeniyle Osmanlı'nın toprak bütünlüğünü korumaktan yanaydı. Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru, İngiltere'nin sömürge politikaları değişince ve Mısır'ı işgal etmesiyle birlikte, Osmanlı'nın İngiltere'ye olan güveni sarsıldı. Fransa da benzer şekilde, Kuzey Afrika'daki yayılmacı politikalarıyla Osmanlı'yı rahatsız etmeye başlamıştı. Yani, eski dostlar artık pek de güvenilir görünmüyordu. İşte tam bu noktada sahneye Almanya çıktı. Almanya, yeni yükselen bir güç olarak, özellikle Bismarck'ın Realpolitik anlayışından sonra, Doğu'ya doğru ekonomik ve siyasi nüfuzunu genişletmek istiyordu. Bağdat Demiryolu projesi gibi devasa girişimler, Almanya'nın Osmanlı toprakları üzerindeki ilgisini açıkça gösteriyordu. Almanya, Osmanlı'ya hem askeri eğitimde destek veriyor hem de modernleşme çabalarına yardımcı oluyordu. Bu durum, Osmanlı için Almanya'yı cazip bir müttefik adayı haline getirdi. Almanlar, Rusya ile doğrudan bir çıkar çatışması yaşamadıkları için, Osmanlı'nın Rus tehdidine karşı dengeleyici bir güç olabileceği düşünülüyordu. Ayrıca, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Almanya ile ittifak halinde olduğu için, bu blok Osmanlı'ya güçlü bir destek vaat ediyordu. Ancak bu müttefiklik arayışları da tamamen pürüzsüz değildi. Büyük güçler, Osmanlı'yı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya eğilimliydi ve imparatorluğun kendi başına bir denge unsuru olma kapasitesi oldukça azalmıştı. Osmanlı, adeta bir kalkan arayan zayıf bir ülke konumundaydı ve hangi büyük gücün bu kalkanı sağlayacağını dikkatlice seçmek zorundaydı. Bu dönemde yapılan diplomatik manevralar, iç siyasi tartışmalar ve bazen de yanlış değerlendirmeler, imparatorluğun kaderini belirleyen kritik dönemeçler oldu. Özellikle Balkan Savaşları sonrasında yaşanan hezimetler, Osmanlı'nın güvenilir ve güçlü bir müttefike olan ihtiyacını daha da artırdı. Sonuç olarak, Osmanlı'nın bu karmaşık diplomatik dansı, varoluşsal bir çaba ve uluslararası politikanın acımasız gerçeklerinin bir yansımasıydı. Her bir seçeneğin kendine göre artıları ve eksileri vardı ve Osmanlı'nın geleceği, bu seçenekler arasındaki doğru tercihi yapmasına bağlıydı. Ne yazık ki, tarih bize bu tercihin birinci dünya savaşının yıkıcı sonuçlarına yol açtığını gösteriyor.

Birinci Dünya Savaşı Eşiğinde: Son Çareler ve Yeni Yönelimler

Ve geldik o kritik eşiğe, dostlar: Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verme arefesi! İşte tam bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu'nun müttefik arayışı zirveye çıktı ve imparatorluğun geleceğini şekillendirecek en büyük kararlar alındı. Düşünsenize, dünya kaynıyor, büyük güçler bloklara ayrılmış, her an bir kıvılcım tüm dünyayı ateşe verebilir. Osmanlı, bu uluslararası kasırganın ortasında yalnız kalmak istemiyordu ve hayatta kalmak için son bir stratejik ittifak arayışındaydı. Başlangıçta, Osmanlı yönetimi, özellikle İttihat ve Terakki liderleri, İngiltere ve Fransa ile ittifak kurma çabalarına girişti. Çünkü onlar, uzun yıllar boyunca imparatorluğun toprak bütünlüğünü bir nebze de olsa korumuşlardı. Ancak, maalesef bu çabalar boşa çıktı. İngiltere ve Fransa, kendi çıkarları doğrultusunda, artık zayıflamış ve stratejik önemini yitirdiğini düşündükleri Osmanlı ile ciddi bir ittifaka yanaşmadılar. Hatta, Balkan Savaşları'nda ve Trablusgarp Savaşı'nda Osmanlı'nın yalnız kalmasına göz yumdular. Bu durum, Osmanlı'da büyük bir hayal kırıklığı yarattı ve yeni bir yönelime itti. İşte tam bu noktada, Almanya ile yakınlaşma kaçınılmaz hale geldi. Almanya, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Osmanlı'ya hem askeri hem de ekonomik destek sağlıyor, adeta Kurtuluş Savaşı öncesi dönemde bir umut ışığı sunuyordu. Alman askeri misyonları, Osmanlı ordusunu modernize etmeye çalışıyor, demiryolu projeleriyle ekonomik entegrasyonu artırıyordu. İttihat ve Terakki liderleri, Almanya'nın askeri gücüne ve teknolojik üstünlüğüne inanıyorlardı ve onunla bir ittifakın, Rusya'ya ve diğer düşmanlara karşı Osmanlı'yı koruyabileceğini düşünüyorlardı. Nitekim, 1914'te savaşın başlamasıyla birlikte, Osmanlı hükümeti gizlice Almanya ile bir ittifak anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, imparatorluğun kaderini tamamen değiştirecekti. Goeben ve Breslau gemilerinin Karadeniz'e geçişi ve ardından Rus limanlarının bombalanmasıyla birlikte, Osmanlı resmen Birinci Dünya Savaşı'na dahil oldu, Merkezi Devletler safında yer aldı. Bu karar, Osmanlı'nın son çare olarak gördüğü ve varlığını sürdürme umuduyla attığı bir adımdı. Ancak, savaşın getirdiği yıkım, imparatorluğun zaten tükenmiş olan kaynaklarını daha da tüketti ve sonunda imparatorluğun sonunu getiren süreçleri hızlandırdı. Bu dönemdeki stratejik ittifak arayışları, Osmanlı'nın hayatta kalmak için ne kadar çaresiz olduğunu ve uluslararası güç dengelerinin nasıl acımasız olabileceğini açıkça gözler önüne seriyor. Belki de daha farklı bir yol izlenseydi sonuçlar farklı olabilirdi, ancak tarih bize Osmanlı'nın son dönemlerinde karşı karşıya kaldığı zorlu tercihleri ve bu tercihlerin geri dönüşü olmayan sonuçlarını gösteriyor. Bu, sadece bir savaş kararı değil, aynı zamanda bir imparatorluğun kaderini belirleyen karmaşık bir diplomatik ve siyasi hesaplaşmaydı.

Osmanlı'nın Mirası: Dış Politika Dersleri

Evet arkadaşlar, şimdi de gelelim bu büyük mücadelenin ve müttefik arayışının bize ne gibi dersler bıraktığına. Osmanlı'nın dış politikası, özellikle son yüzyıllarda yaşadığı Rus tehdidi ve hayatta kalma çabası, günümüz uluslararası ilişkileri için bile inanılmaz değerli dersler sunuyor. Bu dersler, sadece tarihin tozlu sayfalarında kalmış olaylar değil, aksine devletlerin nasıl ayakta kaldığını, nasıl ittifaklar kurduğunu ve nelere dikkat etmesi gerektiğini gösteren canlı örnekler. İlk ve en önemli derslerden biri, sürekli değişen uluslararası güç dengelerine ayak uydurmanın önemidir. Osmanlı, bir dönem güçlü bir imparatorlukken, Avrupa'daki sanayi devrimi ve teknolojik ilerlemeler karşısında geride kalınca, eski gücünü kaybetti. Bu durum, onu dış desteklere bağımlı hale getirdi. Demek ki, kendi gücünü ve dinamizmini sürekli korumak, dış etkilere karşı dayanıklılık sağlamanın anahtarı. Eğer bir devlet, kendi ekonomik ve askeri gücünü geliştiremezse, uluslararası arenada edilgen bir pozisyona düşer ve büyük güçlerin oyuncağı haline gelebilir. İkinci bir ders ise, müttefik seçiminin hayati önemi. Osmanlı, uzun süre İngiltere ve Fransa ile bir denge politikası güttü, ancak bu ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı'yı terk etmesi, yeni arayışlara yol açtı. Sonunda Almanya ile kurulan ittifak ise, imparatorluğun sonunu hızlandırdı. Bu bize şunu gösteriyor: müttefikler, sadece kısa vadeli çıkarlar için değil, uzun vadeli stratejik hedefler doğrultusunda seçilmelidir. Ayrıca, bir müttefike tamamen bağımlı olmak yerine, birden fazla dengeleyici unsuru politikada tutmak her zaman daha akıllıca bir stratejidir. Üçüncü olarak, iç istikrar ve modernleşmenin dış politikaya etkisi de göz ardı edilemez. Meşrutiyet ile gelen iç çalkantılar, Balkan Savaşları gibi sorunlar, Osmanlı'nın dışarıdaki konumunu daha da zayıflattı. Bir devletin dışarıda güçlü olabilmesi için, içeride de istikrarlı, güçlü ve modern olması gerekir. İçerideki sorunlar, dışarıdaki düşmanlara adeta koz verir. Son olarak, Rus tehdidi gibi sürekli ve doğrudan bir jeopolitik tehditle başa çıkmanın ne kadar zorlu bir süreç olduğunu gördük. Bu, bir devletin coğrafi konumunun ve komşularıyla olan ilişkilerinin dış politikasını nasıl derinden etkilediğini gösteriyor. Osmanlı'nın bu dönemdeki yaşadıkları, bize diplomasinin, askeri gücün ve ekonomik bağımsızlığın bir devletin hayatta kalması için ne kadar iç içe geçtiğini anlatıyor. Kısacası, Osmanlı'nın mirası, sadece bir geçmiş hikaye değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin devletleri için unutulmaması gereken önemli dış politika dersleri barındırıyor. Bu imparatorluğun yaşadığı acı tecrübeler, her zaman uyanık olmanın, kendi gücüne güvenmenin ve akıllı stratejiler geliştirmenin önemini hatırlatır bize. Umarız bu derslerden hepimiz gerekli çıkarımları yaparız, değil mi?